
Brooklyn, 10/8 batı yakası 01203 Newyork sabah 08:00 alarmı
Düğüne 7 gün kala…
Saat sabaha karşı 2-3 gibiydi, kardan önceki birkaç dakika kazındı hafızama…Gecenin mat durgunluğu, elektrik yüklü hava… Gökyüzü pembe kırmızısıyla buluştu, hafif bir rüzgâr, ardından ilk kar düştü. Kimsenin kimseden haberi yokken daha, parklar, yollar, evlerin çatıları, arabalar bembeyaz bir örtüye büründü, bir ben gördüm, birde O.
Etrafı biraz olsun aydınlatmaya doğan güneş, tüm güzellikleri nasılda ortaya çıkardı. En kudretli taraflarını bir kenara bırakan ağaçlar, beyaz bir masalın baş rolünü kapmak için hünerlerini gösteriyorlardı. Güneye bakan küçük penceresinden odaya dolan sıcaklık, Peter’ ın nemli kollarındaki Juliet’ in gözlerini açtı.
-“şişşşş! Uyumaya devam et” dedi Peter. Penceresinden seyretti miyop gözlerini kısarak, esnedi füzyon aleme geçti, kemiklerini yerleştirdi güneşte ısıtarak, yer çekimine bıraktı sonra kendini. “Siz dünyalılar” diye geveledi.
Yılın ilk karı yılbaşının, yılbaşı ise yeni başlangıçların habercisi diye düşünürdü hep. Bulanık bakışlarını odadaki eşyaların üzerinde dalgalanan ışığa ve onun en gün sarısı rengindeki tozlu ve dağınık ceviz oyma fransız çalışma masasına, bir tamir daha görse elinde kalacak sandalyesine ve eski askeri mermi sandıklarını su borusundan yaptığı iskelete geçirdiği antik kitaplığına yansıtırken, yatağa oturdu yeniden, kendini sırtüstü bıraktı. belki kesintili bir iki rüya bile gördü, sonra biraz sessizlik, ve işte geliyor… fırladı yataktan, gecenin ağzındaki buruk tadı, açık olan mac ine baktı, saat, saat, saati aradı. 08:38
-“kahretsin” dedi telaşla. fırladı ve sandalyenin üzerindeki john frank marka çoraplarını geçirdi ayağına. Duşa… hayır zaman yok. Biraz suyla her zaman sağa yatırdığı yağlı saçlarını sola yatırdı bu sefer. üzerine çok düşünülmeden şekil verilen saçlar, en tasarım harikası saçlardır atasözü kulağındaydı. Takıntı filozofu gardırobundan, beyaz bir gömlekle civciv sarısı kazağı geçiriverdi üstüne, yerdeki yırtık kotuna kemer ararken duraksadı birden; -“bugün… bugün Pazar!” aklındaki oyunu kurdu, bozdu, topu taça attı, dün gece… beynini zorladı;-“Ne saçmalıyorum” dedi. Hatırladı. Koridordan mutfağa uzanan yolda akıllara ziyan, açlıkla sınanan insanların kuru bir ekmeğe muhtaçlıkları gibiydi şehvetleri, gözler görmedi böyle bir gerçeği ve duymadı kusursuz çığlıkları… ama hepsi aşktan, şey…. seksten… aşktan işte. Utandı mı biraz ne? kendi kendine, burnunu kaşıdı.
Nihayet sevgilisinin koşturmacasına uyanan Juliet, göz kapaklarını hareket ettirdi. tıpkı yeni doğmuş bir bebeğin göz kapakları gibi ince mavi kılcal damarları vardı. Çocukken gözlerini açamamak en büyük korkusuydu. Bir gün hiç açamamak. Peter’ ın nefret ettiği şekilde çıtlattı tüm parmaklarını. Bir hamurun üzerinde dağılan un gibiydi Juliet, mıncıklanmayı bekleyen ama çok sıkmaya gelmeyen, şekil verilesi ama zarif dokunuşlarla. Açtı gözlerini ve Ona aşkla bakan sevgilisini gördü; İlk görmesi nasılsa şimdide öyle gördü Peter ı…
-“günaydın” dedi.
-“tatlım, çıkmam lazım, profesörün konferansına geç kaldım” dedi Peter
Juliet ise ince dirsekleri üzerinde yastıktan sadece başını kaldırdı,
-“gel buraya” dedi. Yatağa çekti tekrar,
-“July… zamanım yok.” derken kızıl saçlarının kokusunu çekti içine ve ısırdı dudaklarını Juliet in, koridorda yapıştı yere, hışımla kalktı ayağa ama sakarlığı da tescilliydi aslında, önce küfretmek istedi, sonra Juliet’ e sinirlice;
-“şunu ortadan kaldırır mısın? Ya da at gitsin, temizlemekten çok kirletiyor”
-“salak” dedi Juliet. Peter ise
-“seni seviyorum” dedi.
-“bende” dedi Juliet çilekli pastadan dudaklarını ısırarak.
İpek sabahlığını üzerine giyen bembeyaz tenli sevgilisine koridorun diğer ucundan bakarken yavaşlayan bir slowmotion görüntü karesinde hapsoldu. –“ne şanslıyım” dedi. “Eğer bir kadın uyandığında da, dünkü kadınsa, gerçekten güzeldir.” Burnu, yanakları hafif çilli bu kız, Peter a bir armağandı, bugüne kadar yaşadığı onlarca tecrübe sonunda O’ da biliyordu ki, Juliet’ i hiç birşey için kaybetmeyi göze alamazdı, fazlaydı. Bordo kenarları açılmış en sevdiği converse ini giydi, tersten bağladı bağcıklarını, aynada son kez baktı kendine. İstemeden bozuk olan kapıyı sert çarptı. Sekizdeki asansörü üçe çağırdı sonra, girişte Santino Freudante’ ye gülümsedi,
-“günaydın, Freud” dedi. “Yakalamışken, bu ayki elektrik faturamdan haberin var mı? Tam 36 $. Ev on beş gündür boştu, nasıl oldu bu sence, bi fikrin var mı?” Bu kavruk tenli meksikalı, reçetesi hazır bir doktor edasıyla,
-“27 numara Marienne Key de aynısı oldu. Kayıp bedellerine baktınız mı? Fatura tutarının neredeyse dörtte biri, Belediyeden geri iade ödeme yapıyorlar Bay Armham” Peter tatmin olmamış bir şekilde;
-“tamam, teşekkürler Freud, görüşürüz” dedi ve koşar adım cadde üstündeki aracına atladı ve kamera arkadan hafifçe yükselirken Evanescence dan “I linger in the doorway, of alarm clocks” şarkısını çoktan açmıştı Edward, sağına bakmadan debriyajdan çekti ayağını.
Gordenbreak iş merkezi, 3/23, Manhattan Newyork 06:45
Zaman kimilerine işin, hiçbir koşulda sevginin önüne geçemeyeceğini, kalabalık bir yalnızlıkta anlatır. Kendi kendine konuşurken, yerdeki parkeleri sayar, insan dolu salonlarda uçuşan sehpalar görürsün, abartılı kahkahalar atarken, sevişmek için seni seviyorum demeye başlarsın. İsminin önündeki ünvanlar Edward ın hayal kırıklıklarını örtemiyor ki! Profesör Dr. Edward Kempins.
Yüzünde beliren kırışıklığın, zaten kabullenemediği 45 li yaşlarından mı? yoksa güneşin yüzünde bıraktığı yansıma etkisi mi? olduğunu anlaması uzun sürmedi. Çok geç saatlere kadar çalıştığı acı kahve kanepesinde kestirmiş, 2 saat uyku çokça yetmişti. Masif plak çaların üzerindeki mickey li saatini gözü kapalı buldu;
Birilerinin faturaları ödemesi gerekiyordu. “Yine dünyayı kurtarmam gerek” dedi kendi kendine. Ofisinin büyük camlarından, karşıdaki gökdelenlere inat saat 06:50 ile 07:01 arası çok iyi ışık alıyordu odası, üzerlerine vuran güneş biraz olsun nemini sökse, döküleceklerdi her olup biteni bu ahşap kaplamalar. Kavrulmuş ceviz kokusunu çekti içine. En bilindik çocukluk tonuydu, Baba… Anne… Ayaklarını sürte sürte girdi tuvalete. Soğuk su çarptı yüzüne, havluyu aradı, drifit taytını giydi sonra, antre ye geçip aykırı spor ayakkabılarını ve de, ağır gıcırdayan parkelerden geçip kapadı kapısını ofisin, sol kulağına taktı kulaklığı “strip me” eşliğinde hızlandı daha merdivenlerden inerken, “take what you want, steal me pride…” ofisinin arkasındaki Central Parka vardı bile, sanki bir şeylerden öç alırmışçasına seri koşardı hep Edward. Etrafında onun gibi koşuya çıkmış insanlara baktı, ne kadar berrak olduklarını fark etti. Sanki yeni doğan gün, tekrar temizlemişti dünyayı, rutin her gün oluyordu bu, her 24 saatte bir. Yansıma diye düşündü sonra yine, sadece bir yansıma, daha iyi bir dünya için hayal kurmak çokta iyi bir fikir değildi aslında. Yarım saatlik ritimli ter atmanın ardından, yorgundu ama tatmin olmuştu da, her sabah işe gitmeden önce uğradığı Starbucks’ a girdi. Kapı eşiğinden karizma bir gülüş attı tezgaha, sonra hızlı adımlarla ilerleyerek o şahane yaratığın yanına geldi. Meggy… Meggy Albright. Öğrencisi… Yansıma değil bu sefer, Parmaklarının arasından kahve akıtan kadın, Hera nın dünyadaki sureti, ancak iskandinavların Beawulf unun, Grendel in güzel ve zehirli Annesine kandığı gibi kanabilirdi Edward, yanlış olduğunu bilerek, isteyerek, bakışlarının altında, gündüzünün en çok istediği zamanına ulaşabilmişti. Bir gün daha…
#flatland #hikaye #story #newyork #peter #edward #meggy #juliet #manhattan #benimgagoriköykülerim
Merhaba, sizi The Liebster ödülüne aday gösterdim. 😊
https://alevinvizorunden.com/2020/10/02/the-liebster-odulu-adayligi/
BeğenBeğen