Bir zamanlar Türkiye’de vol 2

924 yazı

Ertesi gün sabah hana vardım, hastanın yatağını yaylının içine serip yatırmışlar, benide yanına oturtarak yola revan olduk. Arabacı merhametli adammış, üç gün süren yolculukta bana evladı gibi baktı.

Nihayet Ankara’ya vardık. Türk’ün bu yeni başkentini bilmiyordum, gece yarısı nereye gidebilirimki. Allah razı olsun arabacı evinde yatırdı. Sabah erkenden ayrıldım evden, ilk işim zaptiye müdüriyetini aramaktı, her önüme çıkana “-zaptiye müdüriyeti nerdedir, nerden gidilir?”diye soruyorum. Tarif edilen yollardan gide gele nihayet öğleye doğru vardım, Emniyet Umum Müdürriyeti ne, ne güzel demişler yeni türkçe bu olsa gerek yeni başkentte yeni lisan. Hemen polis Lütfi Efendiyi aramaya koyuldum, hemende buldum, halamın oğlu Lütfi Efendi beni karşısında görünce evvelâ şaşırdı, Ankara’ya kadar nasıl geldiğimede hayret etti, odasına geçtik, hal hatır sorulduktan sonra memleketten sorulacaklar soruldu, az bi hasbihal edildi, karnım açtı, Allah razı olsun karnımda doyuruldu.

Üç dört gün bu böyle devam etti, boşda duramazdım, kendime göre bir iş tutturmalıydım. Bir kaç günde iş bulacağım diye boş dolaştım, nihayet şimdi bir kahveci çırağıyım. Pazarlık ettik, karnımı doyuracak, günde yirmibeş kuruşta para, derhal işbaşı… Fakat tarla işlerine alışmış olan ellerim bu işleri beceremiyor. Neyse, yavaş yavaş, bunada alışırız…

Ankara’da, benden başka, daha pek çok memleketli var. Bunlardan bazı tanıdıklar, hanın birinde bir oda kiralamış… Polis Lütfi efendi resmi dairede yattığı için yanında bana yatacak yerde yoktur. Bir kaç gün kaçak idare ettik ama artık yeter. Sırf Lütfi efendiye yük olmamak için handa oda kiralamış hemşehrilerimin yanlarında bir köşeye kıvrılıp yatmak için yalvardım. Pek istemeyerek kabul ettiler. Akşamları geç vakit işimden dönüyor, etraflarından uyandırmadan parmak ucumda geçiyor, elbisemle bir köşeye kıvrılıyordum.

Yuvadan düşmüş yavru bir kuş gibi uykusuz gözlerle sabahı bekliyor, ortalık az aydınlanınca yine işimin başına koşuyordum… Çok uzun sürmedi bu rahatlık, merhametli hemşehrilerim yanlarına sığınmamdan haz etmemiş olacaklarki hancıya tembih edip biz geldikten sonra kapıları arkadan sürgüle her akşamki gelen çocuğu alma ona biz bakamayız demişler. Bu tertipten haberim yoktu, yine geç vakit vazifemden çıktım, karanlık sokaklardan korka korka hana geldim. Hergün tek kanadı açık duran han kapısı sımsıkı kapanmış ve içten kol demiri sürülmüştü. Buna evvela anlam veremedim. Bu geç vakitte nereye gideyimki, belki açarlar ümidiyle kapıdan adını söylemek istemeğim adamın ismiyle seslendim. Hiç çıt çıkmıyordu. Aralıktan içeriyi görmeye çalıştım, o an odalarında yanan ışığı söndürüp, kapıdan gelen bu kimsesiz titrek sese hiç ehemmiyet vermeden yattıklarına şahit oldum… Bu ara hancının seside herşeyi açıkladı zaten. İşte o zaman diyarı gurbete atılmış bir bîkes, ana baba kucağından mahrum sokakta kalmış, karnı sıcak çorbaya bile hasretlik çeken, yalın ayak başı kabak bahtsız bir yavru olduğumu tekrar, bir daha ve yeniden anladım. Beynimde deli şimşekler, küçük cahil başımla insanlığa lanet ediyordum, oysa “-Ve mekeru ve mekarallah, vallahu hayrul makirin.” (Onlar tuzak kuruyorlardı (ama), Allah’ da (onlara) tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.) Han kapısının önündeki taşa oturdum, başımı ellerimin arasına aldım, başladım düşünmeye…

http://www.gagori.com

#benimgagoriköykülerim #ankara #emniyetumummüdürlüğü #arabacı #hancı #bikes #birzamanlartürkiyede

Bir zamanlar Türkiye’de vol 2” üzerine bir yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s